Trübünler… maç izlediğimiz, tanıdığmız veya tanımadığımız Kabataş’lılardan oluşan coşkulu kalabalığa ev sahipliği yapan ve demir oturaklarıyla seyircileri ağırlayan bölümler…
İnsanlar… üzerinde tepindiği tribün demirlerinden daha soğuk ve aykırı düşünceler taşıyan, yüreğinde kazanma hırsından başka istek taşımayan beşerler…
Her şeyi kazanmaktan ibaret görüp, deşarj olma adına, rakip takımın oyuncalarına ve hakemlere sinkaflı küfürler savuran, hatta sırf iyi oynadığı için rakibin en iyi oyuncusunun bacağını kırması yönünde, kendi oyuncusuna tazahuratta bulunan nobran insanlarımız…
Fanatik olmayan, sporu bir güzellik olarak görüp olumsuz hava koşullarına rağmen tribünlerdeki yerlerini alıp takımlarını yalnız bırakmayan naif seyircilerimizi tenzih ediyorum ancak; rakibe barbarlık yapmaları yönünde bağırıp naralar atan az sayıdaki nevrotik taraftarlarımıza ne demeli bilmiyorum.
“İttifaklar unutulur, kaybedenlerin matemi tutulmaz, kazananlar alkışlanır” sözünden hareketle, takım yenildi diye son dakikalarda trübünleri boşaltan sözüm ona fanatik seyircilerimize soruyorum; arkanızda, mücadelelerine saygı gösterip teselli edilmeyi bekleyen futbolcuları, üzüntüleriyle baş başa bırakıp gitmek taraftarlıkla izah edilebilir mi?