26.11.17

Okudum, Miskinler Tekkesi, Reşat Nuri Güntekin

reşat nuri güntekin, miskinler teknesi


Miskinler Tekkesi / Reşat Nuri Güntekin adam Padişahın sofrasında kaymak gördükçe ellerini açarak dua edermiş: «Allah ömr-i şahanelerini müz-dad eylesin. Abd-i fakir ancak say-i devletinde kaymak tadıyor. Yoksa kaymağa el sürmek biz gibilerin haddine mi düşmüş?»

Dedem; başta Allaha, peygambere ve teşrifat sırasiyle ashaba yalvarır... Arkasından padişahlar, vezirler gelir. Nihayet kasideler bitip âşıkane gazeller başlayınca bu sefer de canana bitip tükenmez yalvarışlar: Bir nigâh için, bir hande için, zülf-i semenbűdan bir tel için... )

Bakışlarımda bir derinlik, sesime tatlı bir ıslaklık gelmişti. Âdeta kıvırcıklaşarak uzayan saçlarım altında başım bile daha küçülmüş, daha insana benzemiş görünüyordu. Kılık kıyafetimde de epeyce değişiklikler vardı. Çocukken son derece çapaçul olduğum halde gitgide âdeta şıklaşıyordum. îkide bir dadımı

sıkıştırarak pantalonumu ütületiyor, sokağa çıkarken boynuma kolalı yaka, kelebek boyunbağı takıyordum. Hâsılı, kısa bir zaman için zerzevatı çiçeğe benzeten bahar beni de insana benzetmişti. Açılır -kapanır iskemleden ayaklandım, kozasından çıkan kelebek gibi orada, burada kanat çırpmağa başladım. Akşamlan pencereden yıldızlara bakarken kâh göğe uçmak arzusiyle yüreğimde çarpıntılar uyanıyor, kâh acayip dü

Yalnız eski şairin de dediği gibi: «Âdeme kendi ayağı ile devlet gelmez!»

Allah kimseyi gördüğünden yâdet-mesin»

Büyük annemin diline doladığı sözlerden biri de «Allah kimsenin kapısını kapamasın!»

O da benim gibi ağır başlı ve büyük adam tavırlı id. Gene benim gibi nafile hareketlerden hoşlanmaz

Bu gizliliğin bir ikinci faydası da, başımın ayıbını saklaması idi. Ne zaman bir yabancı ile karşılaşsam ilk önce başıma dikkat ettiğini, vaziyete göre ona acınacak, yahut gülünecek bir şey gibi baktığını görürdüm

kabuğu kopmuş bir yara gibi ince ince sızlamaya başlıyordu.

Vuslat yine mi kaldı güzel, bahara?» şarkısı için ev halkından bana âdeta yalvaranlar oluyordu. MÎSKÎNLER TEKKESİ 25 Evet «Vuslat yine mi kaldı güzel, başka bahara?»

Zaten hattatın cahil olması kaide değil midir?

Paşa, şiir meraklısı geçinirdi. Her su içişte işini çekerek: — Nedir efendim, Fuzulî'nin o su kasidesi, der ve okurdu: «Dökme ey göz, eşkten gönlümdeki odlara su Kim bu denlű tutuşan odlara kılmaz çare su» Paşa, bundan sonra güçlükle bir iki mısra daha okur, fakat arkasını getiremezdi. Gençliğinde daha fazlasını bilir miydi bilmem. Fakat (hay Allah cezasını versin bu ihtiyarlığın... Hafıza kalmadı) diye kabahati yaşına yüklerdi.

Dayımın kütüphanesini karıştırarak evvelâ Divanı, sonra su kasidesini buldum; yazdım; sonra Farisî hocamıza okutup dikkatle harekeleyerek ağır ağır ezberledim. Aşk insana ne yaptırmaz? Derken gene bir gece Paşa: «Nedir efendim, o su kasidesi..» diye başladı. Fakat biraz sonra durduğu zaman, camilerdeki mukabele hafızları gibi, onun bıraktığı yerden ben alarak devam ettim.

Doğrusu aranırsa dayımın hayreti de onunkinden aşağı değildi

zamana münâsip bir şiir: «Bilsem şu kuzu neden gam almış? Her nâlesi kalbe dağzendir; Feryadederek koşar nedendir? Sütsüz mü, refiksiz mi kalmış?»

Paşa artık avucumun içindeydi. Fakat bu adamcağıza karşı en büyük tertibim «Ha-zine-i Fünun» da rastladığım bir manzumeyi kendime mal etmem olmuştur. «Felek yeter daha mı vakf-ı ıstırap olayım Bırak ki ben de ölüp tû-me-i gûrap olayım Kemiklerim çürüsün bir avuç türab olayım Safa-yı ömr gibi birden nakş-i ber'ab olayım...» vesaire... Bunu en güzel yazımla yazdım ve bir akşam Paşa'ya uzattım: — Efendimiz. Rüştiyede bir

Öteki meseleye gelince, bizim zamanımızda geçim ucuzdu; sinema kadınlarımıza henüz yeni hayat usullerini öğretmemişti. Tanrının kör kurdundan bile geçmediğine inanılırdı ve bir kör kurdun nafakasına razı olduktan sonra da fukaralıktan korkmaya sebep kalmazdı. Mektepten çıkan ve eli ekmek tutan çocuğu solutmadan evlendirmek o zamanın güzel bir âdeti idi.

Paşa, bana hayrandı, bir papağan kadar cahil bir saraylı olan hanımefendiyi düşünmeye bile sebep yoktu.

Bir dülger hikâyesi vardır. Ölüm döşeğine düşmüş bir ihtiyar dülger bir türlü can veremez, gözleri kapalı: «Kireçleri getirin; tuğlaları dizin, çivileri çakın» diye emirler verirmiş. Nihayet uzun alışkanlıkların ne olduğunu bilen biri kulağına eğilmiş, akşamüstleri yapılarda kalfaların bağırdıkları sesle «Pay-dooos» diye bağırmış, artık yapılacak işi kalmıyan adamcağız da derhal ruh teslim etmiş. Onun gibi bütün ömrünce konağın yükünü çekmiş olan zavallı büyükannem de son takririni ve son borcunu verdiği günün akşamı yatağına uzandı. «Çocuklar, bana bir şey oluyor;

galiba öleceğim» diye âdeta şakacıktan bir telâş gösterdi ve biraz sonra sahiden oluverdi.

Bizim Gülfidan bacının bir masalını hatırladım. Bilmem nereden iki koyun geçermiş; biri ak, biri kara. Ak koyuna binen; yedi kat gökyüzüne çıkar; karaya binen ise yedi kat yerin dibine inermiş. Ortada ittihatçılar ve Ahrar diye iki fıkra vardı. Benim kısmetime kara koyun, yeni Ahrar düştü ve bir daha çıkmamak üzere yerin dibine battım.

Hâsılı tam günlüme göre bir iş; yapıştığı kayalardan kabuklarını etrafın akıntılarına karşı aralayarak kısmetini bekleyen mesut bir midye hayatı!

Ancak halkımız, Allah selâmet versin, daha gaflet içindeydi. Etek dolusu para dökerek, üstelik de yalvarıp yakararak yavrularını o Galatasaray denen batakhanede ziyan olmaya götürüyordu. Fakat ümit kesmemek lâzımdı. Kendileri, ben, Talât gibi münevver ve- hamiyetli vatanadaşlaruı elbirliği sayesinde bir gün elbette «Nur-i îrfan»'m yolu da öğrenilecekti.

Vücudum, o kadar incelmişti ki arasından geçen güneş ışığı mermerin üstüne kemiklerimin resmini çıkarıyordu desem yalan sayılmamalıdır, işte bu güneştir ki, köpeğin enciğini yalaması gibi, yumuşak, sıcak diliyle yalaya yalaya beni canlandırmıştır.

Büyük şairlerden biri —her halde Fuzulî olacak— ne güzel söylemiştir: «His var mı bu âlemde nekahat gibi tatlı!» Vücudum, ne kadar zehiri, pisliği varsa dışarı atmış gibiydi. Âdeta iyilik ve sevinçle dolu bir sübyan yüreği

Her mesleğin başlangıcında zorluklar, mazur görülmesi lâzım sinir hareketleri, hayvanı mukavemetler vardır. Sonradan her şey öyle bir yoluna giriyor ki

Cemiyet halinde fukaralığın bu derecesini, ben diyebilirim ki başka hiç bir yerde görmedim.

Frenk mahallesinin bu kadar yakınında nasıl barındığı, Tann'nın anlaşılmaz bir hikmetiydi

O da benim gibi sükûnun büyük kudretini anlamış olanlardandı

İnsana secde etmemek için Tanrıya baş kaldırmış şeytanın melun gururundan bir ufak

Evet: «Tann, kör kurdundan bile geçmez!» derler.

Hem aslını ararsan insan, yaptığı işten utanmamahdır. Asıl gururu buradadır. Hem yap; hem utan; yani lâyık olmadığın bir şerefe hak iddia et! Hem yiyeceksin; hem peygamber olacaksın! Nerede bu bolluk? Asıl ayıp olan bu!

Hattâ dilencilerin kendilerinin bile daha düşkün meslektaşlara para verdikleri muhakkaktır; vani Beyazıt ta dilenip Sultanahmet'te sadaka vermek sözü bir mecazdan ibaret değildir.

Fakat büyük şair olmak gibi büyük dilenci olmak da bir yaradılış davasıdır.

Hakikat şu ki insanlar bir hayatın âlemini keşfetmekten zevk duyarlar. Saklamak istediğiniz bir elem veya aybı kendi incelikleriyle bulduklarım zannedecekler. Bütün mesele bu.

Sokakta kaçmak ve utanmak suretiyle erkeği peşlerine takan kızlar gibi ben de âdeta bu cekinsen sükûtumla müşterilerimi peşime takıyordum. Aşk gibi dilencilikte de kaçanı kovalıyorlar.

Bizim eskilerin fukara-yı sabirin dedikleri bir dilenci nev'i vardı, îsim bile ne kadar sofu ve kalenderdir.

vük tılsım kılık kıvafetiyle; sükûtu, çekingenliği ve dalgın hüznü ile kendini o zannettirmektir.

Bak maskaraya!... Yumurta kabuğundan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş! Nove

İnhanın terbiye ile değişeceğini zannetseydim bunu kökünden kazımak için elden geleni yapardım

Bu Gani Dede gayet güzel konuşan ehl-i dil, arif bir adamdı. O kadar ki dilenci ile ahbaplık etmek nedense âdet olmadığı halde belli başlı adamlar onu evlerine davet ederler; İkiçe şmelik kıraathanelerinde karşılarına alıp tatlı tatlı söyletirlerdi. Sonra da ayrılırken avucuna birkaç kuruş sıkıştırırlardı. Hâsılı, efendiden adamdı; büvük adamlann nedimlerinden farkı yoktu. Uzunyol'da tertemiz bir evde otururdu;

Dün akşam benden yediği zılgıttan adamakıllı afallamış görünüyordu.

Bir semtte müşterilerinize usanç vermeye başladığınızı görünce izinizi kaybetmek ve bir zaman sonra, bir eski hâtıra tatlılığı ile geri dönerek, muhabbeti bir müddet daha devam ettirmek pek mümkündür.

Benim gibi zayıf insanlar için aile bağlarının ve muhabbetin her şekli azaptır. Kimsenin beni tanımayacağı ve hor görmek için sebep aramayacağı bir yerde izimi kaybetmek ve yapayalnız büyük göçe hazırlanmak! Dünyada gerçek saadet budur. Birçok kimseler büyük göç gününde yalnız kalmaktan dehşet duyarlar, ölürken etraflarında,

Fakat yabancı bir lokantada karnını doyurmaya giden lokantacı nasıl o dükkânın ve semtin iş kabiliyeti üzerine düşünmekten kendini alamazsa ben "de dolaştığımız yerlerde, esnaf göziyle, bazı tahminlerde

bulunuyordum ve bu gezintiler, aynı zamanda bizim piyasa bakımından, ufak tefek tetkik seyahatleri oluyordu.

Dedim ya ben, bugün çılgın bir mirasyediyim... Ömrümde bir defa bu... Arabada mutlaka karşınıza oturmak için inat eden Mesule bacının otuz iki dişi bir şenlik gecesi gibi pml pırıl yanıyor... Ben, tatlı bir

artık sevilmediği yüzüne söylenen bir ihtiyar âşık gibi kırılmış ve unutmaya karar vermiş, gözyaşlarını geri çevirmeye uğraşıyorum.

Talât, yüzüne musallat olmuş bir sineği kovar gibi elleriyle hareketler yapıyor, fakat öteki, sık davranarak yakasını bırakmıyordu.

— Tekkelerin aptalı vardır ya... îşte ben de dairelerin aptalıyım. Vur abalıya... Zaten bütün dairelerde böyledir. Bütün daire uyur; ayakta işe yarar bir tek adam vardır; belki de yaradılışı icabı nasılsa işlemeye başlamış bir zavallı adam... Bütün işi ona yüklerler. Geçen pün gördün halimi... Yıl on iki ay böyledir. Hep bana, hep bana.

Artık odacı menzilesine mi düştük?»

Gene de zaman zaman tahta eşyayı yiyen kurt gibi bir şeyin derinden derine bir yerlerimi kemirdiğini duyarım.

Bir' kalabalık meclise giren adamda garip bir kuruntu vardır. Bütün o kalabalığı kendine bakmak, boyun-bağındaki bir türlü

düzelemeyen çarpıklıktan pantolonunun dikiş yerlerindeki parlaklığa varıncaya kadar bütün açık ve gizli ayıplarını aramak için oraya toplanmış sanır,

Evet, fıkaraya karşı mesut adamın da bedbaht kadar eli açıktır; cömerttir. Bizim için korkulacak şey, hakikî ölü mevsim, kalblerin bir makine intizamiyle işlediği sükûnet ve muvazene zamanlarıdır. Keder veya sevincin o kadar birbirinden farklan yoktur.

Dünyada kadından gayri de bir şeye âşık olmak mümkünse, bu fazla hırpalanmış zamanlarımda bu odaya ve bu kerevete karşı duyduğum şeye aşktan başka bir şey denemezdi.

Bunlar arasında en çok sevdiğim kalın bir Mesnevi şerhidir. Arkamdaki yastığı düzelterek ve yerimde daha ziyade doğrularak onu dizlerimin üzerine açarım. Ahiretle dünya arasında ne acayip bir kitaptır bu Mesnevi! Kökü yerin çamuruna gömülü; fakat başını gökyüzüne kaldırmış ayçiçekleri gibi bir kitap! Ne Farisîsini, ne yüksek fikirlerini anladığımı iddia etmeyeceğim. Havır, asla. Ben el açmaktan çekinmeyen bir adamım. Fakat bu kadar ilâhî bir şeyi istemek

için değil! Evet, onun ne Fari-sîsine, ne fikirlerine bir vakınhk iddia edecek değilim ben. Fakat onda bir küçük insanlardan bahsetme tarzı ve dünya nimetlerine karşı bir yüksek istiğna var ki işte bunu kimsenin benim gibi anlayacağını zannetmiyorum.

gece yatısına bir misafir gelmesi Mesule Bacı için, Tamaşalık'ın dana bayramı kadar fevkalâde bir şenliktir. Biçarede Sürurî Paşa yalısının kim bilir nasıl hâtıraları esip savrulmaya başlar. Artık, köşe bucakta ne kadar gösterilecek eşyamız varsa ortaya dökülür. Talât'a tertemiz yatak çarşaflan, ütü-lü patiska entariler, gıcır gıcır mercan terlikler çıkar. Mutfakta dolma tencereleri kaynar, et satırları takırdar, sıcak bir helva kokusu evi baştanbaşa sarar. Talât, kapıdan girince bacının, uçmağa hazırlanan bir kuru leylek gibi kollarını sallayarak üzerine koşması, «beyefendi» diye eteğini öpmeğe kalkması görülecek şeydir. Bir gün, hattâ bacı, Talât'ın

Gece, kadının zayıf zamanıdır.

Kime karşı olduğunu bilmediğim birikmiş bir hıncı bu biçareden çıkarmak ister gibi âdeta zâlim bir sevinçle yükleniyordum:

Talât, Mesule Bacıyı tutmak, bu evde suyun başını tutmak demek olduğunu çabucak sezmişti.

Mesule Bacı, burnuna kızgın maşa ile vurulmuş bir kedi gibi tısladı; toparlandı. Kekeliye keliye yeminlere başlamaya hazırlanıyordu. Bu sefer âdeta bağırdım:

Bu çocukta kendime karşı sezdiğim istihfaf, düşmanlık, bazı zaaf ve pişmanlık zamanlarımda şüphe ettiğim gibi, bir vehim değildi. .

Bu kahvede biraz daha oturabiliriz. Akşama dünya kadar vakit var. Bunu istiyorum da. Bir ara ismail için âdeta ümitlere kapıldıktan sonra ondan, ağzıma bir pas acılığı veren bu fena duygu ile aynlmak benim için gerçekten güç olacak. Her şeyin büsbütün bittiğini gören bir dargın âşık gibi bir mucize bekliyorum.

Mesule Bacı hakaretin her şekline alışıktı; bunu âdeta kendi hakkı sayardı. Fakat onda gülmeye karşı garip bir hassasiyet kalmıştı. Şimdi ismail'in kendine gülmesini imkânsız gördüğü için şaka yapıyordu.

Ben, yalnızlığı içinde düşüncesi rüya, sözü bir nevi sayıklama haline gelmiş bir fikir fukarasıyım. Fakat belki de bunun için, karşımda uyumak üzere bir çocuğa bir mazbut düşüncenin hendesesini değil, bir rüyanın birbirine karışmış

şekil ve boyalarını anlattığım için onu yavaş yavaş tuttuğumu, benim artık hiçbir çirkinliği görmeyen gözlerle kendime râmettiğimi görürüm, ismail, bu saatlerde hiçbir düşüncenin, hiçbir küçük dünya hırsının benim elimden alamıyacağı benim Ismailim olu...

Geçen, yıllar içinde bu kapılardan girip çıkan insanlar gördüm; içlerinden ve kapı önlerinden sesler işittim. Bende bunlara karşı asla bir merak ve tecessüs yoktu. Hattâ pencerelerini bile kapalı tuttuğum evimde etrafımı saran dua yalnızlığı içinde rahatsız edilmekten korkarak bunlardan kaçıyordum bile.

Kaçınma. Ben utanılacak bir adam değilim. Hattâ adam bile olduğum şüpheli. Görüyorum insanlardan kaçıyorsun? Sokakta dolaşmak hakkını bile kendine vermeyecek duvar diplerini sıyıra sıyıra evine gelip gidiyorsun. Karanlık ve sıcak da olsa paltonun yakasiyle yüzünü kapıyorsun. Nedir bu o kadar saklamaya uğraştığın yüz karası? — Zengindim. Fakir oldum. — Hakkın var. Gerçekten ayıpların en büyüğü. Babadan mı geliyordu bu zenginlik?

Cum-huriyet'te mahalle imamlığı ve sarık kaldırıldığı zaman ise artık söylenecek söz yoktur ve Tombul îmam, Allah tarafından sabır ve sadakati denenen Eyüp Peygamber gibi bir adamdır.

geçerken mihnet gibi uzun, geçtikten sonra visal gibi kısa» yıllar!

Ben, bir sokak adamıyım. Uzaktan, yakından insanların

kişisel blog,takip et

Yorum Gönder

♡ Yorumlarınıza en kısa sürede geri dönüş yapılır.
♡ Üyeliğiniz yoksa dahi anonim profili seçerek yorum yapabilirsiniz.

Whatsapp Button works on Mobile Device only

Yazmaya başlayın ve aramak için Enter tuşuna basın.