Piç ................................................................. 7[line]
Pamuk İpliğı - 20
BEHZAT - Ayrılabilirler.
SÜRPİK - Zevcelerini boşamadan tekrar diğer bir kadınla izdivaç edebilirler?
BEHZAT - Edebilirler.
SÜRPİK - Bıraktıkları zevcelerini yine canları isterse tekrar alabilirler.?
BEHZAT - Alabilirler. Fakat bunda bazı şartlar var!
SÜRPİK - Ne gibi? _
BEHZAT - Mesela "hülle" şartı...
SÜRPİK - "Hülle" ne?
BEHZAT - Pek iyi bilmiyorum. Galiba bir Türk üç defa zevcesini boşarsa, tekrar alamaz. Şu şartla ki, hiç olmazsa bir gece, zevcesi başka bir erkekle izdivaç edecek, sonra ondan boşanacak, tekrar eski zevcesine varacak.
SÜRPİK - Oh, işte bir nevi poliandri...
BEHZAT - Fakat bu pek nadirdir? Şayet böyle bir şey olsa sari hile yaparlar. Mesela mutlaka başka bir erkeğe varması icap eden kadını gayet ihtiyar bir adama nikâh ederler ve bu mecburi izdivaç tabiatıyla gayet eflatuni kalır, yahut... müta nikâhı*... Hâsılı birçok hileler... İyi bilmiyorum ama, icabında bir horoza bile nikâh kıyarlarmış"
SÜRPİK - Latifeyi bırakın, azizim. Bu dehşetli serbesti! Gayet zayıf kayıtlarla! Adeta' ’mariage civil... "** Aşkta daima kaybeden, izdivaçta daima ilk ihtiyarlayan kadındır. Eğer erkek dehşetli bir rabıta ile, birkaç sene sonra güzelliği solan kadına bağlanmazsa, sadakat azabına tahammül edemez. Hemen onu terk eder. Ve yerine gayet genç ve taze bir kız alır. ' -Sayfa 26-[line]
BEHZAT Ah, sevilen bir kadn hiç terk edilir mi?
SÜRPİK -
Bakınız, işte, "edebiyat" yapıyorsunuz. Sevmek! Sakın ezeli bir aşktan,
ölümle nihayet bulan manevi ve ruhi bir aşktan bahsetmek masumiyetini
tercübe etmeye kalkmayınız! Aşk... Bir hiç, bir ihtiras, geçici bir
buhran... Öyle bir buhran ki, neticesi mutlak nefret ve yorgunluktur! Ve
izdivaçla aşkı kim karıştırırsa bir görüşe göre mutlaka meyus olur.
İzdivaç: Kadın için, bir erkeğin fena kokularına, kabalıklarına,
huşunetlerine tahammiil etmekten; erkek için solmuş ve yıkılmış bir
kadının sımaşıklıklarına, münasebetsizliklerine, asabiyetlerine
aldırmamaktan ibarettir! İki vücudu bu mütekabil azaba mahküm edecek bir
bağ, bir zincir vardır ki, o da izdivaçtır. Ailelerin, içtimai
menfaatleri, küfvi mutabakatlanın sigortası bu zincirdir. Halbuki o
kadar zayıfki... bir... bir pamuk ipliği.. Hayır, hayır, ben asla
sizinle, bir Türkle izdivaç edemem. Bütün hayatımı, bütün istikbalimi
şartsız, kayıtsız, bir erkeğin " keyfine feda edemem...
BEHZAT - Mübalağa ediyorsunuz, niçin?
SÜRPİK - Metresiniz olsam beni yine bu arzu ile seveceksiniz. İhtimal birkaç tatlı sene geçireceğiz.
BEHZAT - Fakat. ..
SÜRPİK - Fakatı yok. Pamuk ipliği! Azizim, mesela ben ha sizin metresiniz olmuşum, ha zevceniz İkisi de bir..
BEHZAT- Mübalağa ediyorsunuz, niçin?
SÜRPİK
- Metresiniz olsam beni yine bu arzu ile seveceksiniz. İhtimal birkaç
tatlı sene geçireceğiz. Sonra... mutlaka evvelki ihtiras evvelki arzu
sönecek. Ve beni terk edeceksiniz. "Hayır!" demeyiniz. Bu ezeli bir
romandır ki hiçbir kelimesi değişmez. Sizin zevceniz olsam yine aynı
roman... Birkaç sene - sayfa 27 -[line]
RUPENYAN Bu bir anarşist fikri!
SÜRPİK Niçin anarşist fikri olsun? Bilmiyor musunuz. dimağları tekâmül ve tahavvül sıtmasıyla henüz o kadar hastalanmayan ilk insanların arasında tenasul fiili "promiscuité"* şeklinde idi. Gittikçe değişti.' İntizama girdi. Vasi ve mükemmel bir pilogrami halini kesbetti. Sonra bir gün Yahudiler, muazzam tabiatın bu ezeli kanununa isyan ettiler. Dünya' ya ilk defa olmak üzere monogami'nin temel taşını vazettiler. Biz Hıristiyanlar, zaten onların içinden çıktığımızdan bu hatalarını kabul ettik. Daha başka bin türlü ayinler, kayıtlar, şartlar, sunî ve yalan birçok şeyler icat eyledik. İzdivaç namında bir zincir yaptık ki, bugün onun dayanılmaz ağırlığı altında yalnız isyan ve riya yaşayabiliyor. Asla samimiyet yoktur. Sonra İslamlar bu zinciri kırdılar. Tabiatın hakkını iade ettiler. Bu zincirin yerine bir pamuk ipliği koydular. İsyan ve riyaya ihtiyaç yok. Sevmeyenler, evvla sevip de sonra bıkanlar, istedikleri zaman ayrılabilirler. Evet, Türklerin dini asla tabiata düşman olmamış, onunla muharebeye, musaraaya kalkmamıştır! Milli lisanları, hatta dalaletlen bile dünyada ihtimal olunan tabiata en yakın şeyleri! - sayfa 31 -[line]
Koleksiyon ................................................... 35[line] Ararken ................................................... 41
Toplumumuzdaki Doğuculuk ve Batıcılık akımlarının aile kurumu üzerindeki etkilerini çeşitli hikâyelerinde ele alan Ömer Seyfet'tin, bu tema üzerinde bir de roman yazmayı düşünmüştü. Ararken adını verdiği ve anlaşıldığına göre bir türlü başlayamadağı bu eser hakkında anı defterinde şöyle diyor :
7 Kânunuevvel 1917
Yazı yazmak canım istemiyor. Koltuğumda, ayaklarım gürüldeyen sobaya dayalı, dalga geçmek... Bundan da sıkılıyorum (...) "Boş oturmayalım diye şuurumun telkini altında, temiz çuha örtülü masamın başına geçiyorum. Sağdaki kütüphanenin raflarında birkaç tane yarım kalmış roman, düzeltilecek hikâye var. Zihnimde planını hazırladığım “Ararken” romanına başlasam diyorum.
Bu roman azıcık ısmarlama bir şey olacak: Muhitimizde milli Türk kadını yok. Alaturkalarla alafrangalar var. Alaturkalar geri kalmış, hâlâ ümmet devrinin zihniyeti ile yaşayan zavallılar... Bunlar model Türk kadını olamazlar. Medeniyete giren, Avrupalılaşanlarsa, onlar da milli değil. Kimi Fransız, kimi İngiliz, kimi Alman terbiyesi almış kuklalar... Evlenmek isteyen bir genç kendisine karı ararken bu kuklaları görecek. Bir türlü halis "Türk enmuzeci'ni bulamayacak. Kahramanım, ararken epeyce gülünç şeyler de seyredecek.
Bu roman azıcık ısmarlama bir şey olacak: Muhitimizde milli Türk kadını yok. Alaturkalarla alafrangalar var. Alaturkalar geri kalmış, hâlâ ümmet devrinin zihniyeti ile yaşayan zavallılar... Bunlar model Türk kadını olamazlar. Medeniyete giren, Avrupalılaşanlarsa, onlar da milli değil. Kimi Fransız, kimi İngiliz, kimi Alman terbiyesi almış kuklalar... Evlenmek isteyen bir genç kendisine karı ararken bu kuklaları görecek. Bir türlü halis "Türk enmuzeci'ni bulamayacak. Kahramanım, ararken epeyce gülünç şeyler de seyredecek.
Bu romanın bütün eşhası hayalimde hazır... Ama yazmak için, hani o içinizden gelen şevk eksik... Yarım saat kadar boş sahifenin karşısında düşünüyorum. (...) İçimden bir ses diyor ki :
- Şevkim yok... Sakın yazıya başlama. Eserin fena olur.
- Ya ne yapayım?
- Biraz otur, dinlen.
- Yorgun değilim ki.
- Öyleyse oku!
Ah, 'ben bu sesi tanıyorum! Bu, tembelliğimin sesidir. On beş senedir onun emrini dinliyorum. (...)
[line]
Aşk Dalgası .................................................. 43[line]
Bahar ve Kelebekler - 55.
Küçük salonun fes renginde kalın, ağır perdeli penceresinden dışarı
muhteşem, parlak bir suluboya levhası gibi görünüyordu. Saf mavi bir
sema… Çiçekli ağaçlar… Uyur gibi sessiz duran deniz… Karşı sahilde mor,
fark olunmaz sisler altında dağlar, korular, beyaz yalılar… Bütün
bunların üzerinde bir esatir rüyasının havai hakikati gibi uçan martı
sürüleri!
Pencerenin önündeki şişman koltuğa gayet
zayıf, gayet sarı, gayet ihtiyar bir kadın oturmuştu. Bahara, hayata
dargın gibi arkasını dışarıya çevirmişti. Sönmüş gözleri köselerdeki
gölgelere karışıyordu. Karşısında, bir şezlonga uzanmış esmer, güzel bir
kız, siyah maroken kaplı bir kitap okuyor; pencereden, çiçek, kir
kokuları; deniz, dalga fısıltıları getiren tatlı bir nisan rüzgarı
giriyordu.
Bu ihtiyar büyük nine tam doksan yedi
yaşında idi. Köselerin hafif karanlıklarından bazen uyanır gibi ayrılan
gözlerini ara sıra, karsısında kitap okuyan genç kıza, bu torununun
torununa atfediyordu… Birden, üç dişi kalan buruşuk ağzını açtı. Esnedi.
Bir mumya uzvu kadar sararmış, katılaşmış elini basına götürdü. Kahve
rengindeki yemenisinin altında daha beyaz görünen saçlarına dokundu. Bir
an düşündü. Yine esnedi. Galiba uyanacaktı.
Arkasındaki
açık pencereden giren muharrik rüzgar onu tehyiç ediyor, kuşların
güneşli cıvıltıları, çiçek ve çimen kokuları hayalinde uzak, ezeli bir
fecir, nihayetsiz, mülevven bir sabah uyandırıyordu. Yavaş yavaş
kamburunu arkasına dayadı. Ellerini dizlerine koydu, başını kaldırdı.
Biraz doğruldu. Torununun torununa, “Yavrum, niçin susuyorsun?” dedi. “Biraz konusalım.”
Genç, esmer kız,
yeni neslin son Türk kadınlarının o asla tatmin edilemeyecek olan ebedi
kederiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabından ayırmayarak,
“Okuyorum büyükanneciğim” dedi. [...]
Büyük nine sordu:
– Okuduğun ne, kızım?
– Bir roman.
– Neden bahsediyor?
– Hiç.
Büyük nine tekrar daldı. [...]
“Söyle yavrum, o roman ne diyor?”
Genç kız büyük gözlerini kaldırdı. Kitabi dizlerine indirdi. Nazik bir şive ile, “Büyükanneciğim, Fransızca bir roman iste…” dedi. Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu:
– Adı ne?
– Desenchanté…
– Ne demek?
– Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar demek.
– Onlar kimmiş?
– Biz… Türk kadınları…
Büyük nine düşündü. Sol eliyle siyah, parlak saçlarını düzelten torununun torununa simdi pek elemli bakıyordu: Bu kız tıpkı büyük matemleri geçirmiş, felaketler görmüş bir zavallı gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, iste hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları solduruyordu. onları bahara, saadete yabancı bırakıyordu. Ansızın kalbinde bir acı duydu. [...]
“Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mi?” dedi. “Hayır hayır! Türk kadınları asla sevinçten, sadetten mahrum değildiler. Sevinçten, saadetten mahrum olan sizsiniz. Şimdiki kadınlar… Siz yoruldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!… Gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Simdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kararıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahluk oluyorsunuz.”
Genç kız gülümsedi. Büyükannesinin böyle hiddetli serzenişlerini her vakit dinler, bazen onunla münakasa ederdi.
“Hiç siz okumaz miydiniz, büyükanneciğim?” diye sordu.
“Okurduk. Kibar, büyük efendiler kızlarına Farisi öğretir, Cami dersleri gösterirlerdi. ‘Tuhfe-i Vehbi’yi okuturlardı. Fuzuli’nin, Baki’nin gazellerini ezberlerdik, Mesnevi’yi anlardık. Mükemmel seci’ler, kafiyeler yapar, kocalarımızla münakasa eder, hafızamıza, zekamıza, nüktelerimize onları hayran ederdik. O vakit bir kadın için en büyük medih: ‘Fazila, edibe, saire, akile….’ idi. Simdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisaninizin güzelliklerini tanımıyor, başka memleketlerin, baksa şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten, saadetten mahrum kalıyorsunuz. Ah… At elinden o kitabi!”
Esmer güzeli kız yeniden gülümsedi, “Peki, büyükanneciğim” dedi, “bu kitabi atayım… Okumayayım. Sonra bize müebbet ve yıkılmaz bir hapishane olan bu sıkıcı evin içinde bu mevkufiyetin yalnızlığı içinde çıldırayım mı? Okuyor, eğleniyor, biraz teselli buluyorum.”
“Hayır kızım, okuyor, fakat eğlenmiyorsun. Gözlerini görsen… Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalaşıyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder…”
“Peki söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?”
Büyük nine düşünmeye başladı; evet, ne yapsın? Simdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüştü. Seksen sene evvelki hayati birden hatırladı; o vakit erkeklerden ayrı bir kadınlar alemi vardı ki, simdi tamamıyla dağılmıştı. Bu alem pek genişti. Binlerce kadın birbiriyle konuşur, görüşür, eğlenirdi. Kendilerine mahsus eğlenceleri, zevkleri vardı. Moda yoktu. Annelerinin esvaplarını kızlar giyer, büyükannelerinin mücevherlerini torunlar takardı. Sırmalı çedik pabuçlar, kırmızı feraceler… ah hele kırmızı feraceler… baharın yeşil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadınlar tıpkı birer gelincik çiçeği gibi parlarlardı. Hiç aralarında çirkin, yani zayıf, hastalıklı yoktu. Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, islerinden sonra erkence evlerine gelirler, zevcelerine doyulmaz ask ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi.
[...]
Alafrangalık bir veba gibi içimize girmiş, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, esvaplarımızı değiştirirken ruhlarımızı da değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hülyaya inkılap etti. Adetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Simdi şaşkın ve mustarip bir nesil!… Her seyden nefret eden, her şeyi fena gören, karanlık gören, berbat, hasta tedavisi imkan haricinde bir nesil, ah şimdiki mariz ve müteverrim muhit..
[...]
“Sustunuz, büyükanneciğim…” dedi.
İhtiyar kadın, buruşuk gözlerini açtı:
– Ah!… Eski günleri, eski saadetleri düşünüyorum.
– Eski zamanda, sizin zamanınızda bugünden fazla ne vardı, nineciğim?
– Çok… birçok şeyler…
[...]
“Evet yavrum, birçok şeyler vardı. Her şey bizim için zevk, eğlence idi. Her şey: Çocukluk, mektebe başlayış, feraceye giriş, kocaya varis, doğuruş, hatta ihtiyarlayış bile… bunların hep ayinleri vardı. Her kadının bu devirleri diğer birçok kadınlar için bir zevk, bir eğlence vesilesi olurdu. Bütün hayatimiz eğlence içinde geçerdi. Bir hafta olmazdı ki bir mektebe balsama, bir sünnet, bir düğün, bir loğusa cemiyeti görmeyelim. Bu esvaplarımız, kınalarımız bile eğlenceye vesile olurdu. Manilerimiz, şarkılarımız vardı. Toplanır, aramızda müşavere eder, kış geceleri divanlardan tefeül ederdik, mevsimler bile bir eğlence idi. Her mevsimin kendine mahsus adeti, eğlencesi, ananesi vardı. Daha hiç açmamış, bir senelik gül ağaçlarının dibine aksamdan beyaz kavanozlar kor içine yüzüklerimizi, yüksüklerimizi atar, ertesi sabah güneş doğarken mani söyleyerek tekrar çıkarırdık. Biribirine benzemeyen bin mani bilen, bütün kıs herkesin lafina, bir söylediğini bir daha tekrar etmeden binlerce kafiye bulan kadınlar vardı.”
“Evet, yavrum biz sizin gibi ‘Ne yapalım?’ diye düşünmezdik. Buna lüzum yoktu. Can sıkıntısının ne olduğunu bilmezdik. Hasılı her şey gülmeye, eğlenmeye vesile idi. Mesela bahar… Ah, siz odalarda kapalı oturuyorsunuz. Bahar geldi mi, biz hepimiz bahçelere dökülürdük. baharın kendine mahsus eğlenceleri, ananeleri vardı.”
“Ne gibi büyük nineciğim?”
“Ne gibi olacak bahar da her mevsim gibi eğlence vesilesiydi. Biz bir senelik hayatimizi baharda tefeül eder, güler, eğlenir, oynardık. Ah bu tefeül… pek şairane, pek latif, pek hassastı. Daima doğru çıkardı. Hepimiz itikat ederdik.”
– Nasıl?
“Bahar geldi, ağaçlar çiçek açmaya, yapraklar yeşillenmeye, çimenler bas göstermeye başladı mi, bizim gözümüz artik odalarda duramazdı. Bahçeye koşar, baharın ortasında gezinirdik. İlk göreceğimiz kelebek bir senelik talihimizdi. Onu arar, onu beklerdik. İlk kelebeğin beyaz, pembe olması için maniler söyler, dalların üzerine beyaz ve pembe kumaş parçaları atardık. Sari veyahut siyah bir kelebek göreceğiz diye korkar, ne kadar heyecanlar geçirirdik.”
– Niçin?
“Çünkü kelebeklerin birer manaları vardı. Ah, siz bunları bilmez, bunlara itikat etmezsiniz. Beyaz kelebek: Saadete, talihe… Pembe kelebek: Sıhhat ve afiyete… Sari kelebek: Kedere, hastalığa… Siyah kelebek: Felakete, matem ve ölüme delalet ederdi. Beyaz kelebek görünce talihimizin o sene açık olduğuna, mesut olacağımıza kail olurduk… Bahar çiçekleri altında beyaz kelebeğin şerefine semailer okurduk…”
Genç esmer kız artik dinlemiyor; büyük, siyah gözlerini büyükannesinin arkasındaki pencereden görülen nisan semasının mavi beyaz aydınlığına dikmiş, tahayyül ediyordu. Hakikaten seksen sene evvel kadınların mesut olmaları lazım geliyordu.
Kendileri yeni nesil okudukça, anladıkça, erkeklere yaklaştıkça iptidai kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilal tutuşuyor, eski kadınlığın zevke, saadete vesile addettiği dişilik kayıtları kendilerine ateşten, demirden bir zincir gibi geliyordu. [...]
Bütün tabiat gözleri kamaştıran tatlı, sıcak bir aydınlıkta parlıyordu. Denize güneş aksetmiş, onu baksa elemlere akıp giden ebedi, nihayetsiz bir gümüş nehrine benzetmişti. Ağaçların ufak, koyu yeşil yaprakları hazdan, hayattan titriyor, yollara beyaz çiçekler düşüyordu. Karşı sahil tirse dağları, mor koruları, beyaz yalılarıyla bir serap memleketini bir peri payitahtını andırıyordu. [...]
Mazi, batıl itikatlar o kadar kuvvetli, müthiş idi ki, bütün idrake, bütün ilme, bütün fenne, bütün hakikate galebe çalıyor, tahavvül kanununun o muhayyel mazari kuvvetini esasından kırıyordu. [...]
“Okuyorum büyükanneciğim” dedi. [...]
Büyük nine sordu:
– Okuduğun ne, kızım?
– Bir roman.
– Neden bahsediyor?
– Hiç.
Büyük nine tekrar daldı. [...]
“Söyle yavrum, o roman ne diyor?”
Genç kız büyük gözlerini kaldırdı. Kitabi dizlerine indirdi. Nazik bir şive ile, “Büyükanneciğim, Fransızca bir roman iste…” dedi. Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu:
– Adı ne?
– Desenchanté…
– Ne demek?
– Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar demek.
– Onlar kimmiş?
– Biz… Türk kadınları…
Büyük nine düşündü. Sol eliyle siyah, parlak saçlarını düzelten torununun torununa simdi pek elemli bakıyordu: Bu kız tıpkı büyük matemleri geçirmiş, felaketler görmüş bir zavallı gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, iste hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları solduruyordu. onları bahara, saadete yabancı bırakıyordu. Ansızın kalbinde bir acı duydu. [...]
“Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mi?” dedi. “Hayır hayır! Türk kadınları asla sevinçten, sadetten mahrum değildiler. Sevinçten, saadetten mahrum olan sizsiniz. Şimdiki kadınlar… Siz yoruldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!… Gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Simdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kararıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahluk oluyorsunuz.”
Genç kız gülümsedi. Büyükannesinin böyle hiddetli serzenişlerini her vakit dinler, bazen onunla münakasa ederdi.
“Hiç siz okumaz miydiniz, büyükanneciğim?” diye sordu.
“Okurduk. Kibar, büyük efendiler kızlarına Farisi öğretir, Cami dersleri gösterirlerdi. ‘Tuhfe-i Vehbi’yi okuturlardı. Fuzuli’nin, Baki’nin gazellerini ezberlerdik, Mesnevi’yi anlardık. Mükemmel seci’ler, kafiyeler yapar, kocalarımızla münakasa eder, hafızamıza, zekamıza, nüktelerimize onları hayran ederdik. O vakit bir kadın için en büyük medih: ‘Fazila, edibe, saire, akile….’ idi. Simdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisaninizin güzelliklerini tanımıyor, başka memleketlerin, baksa şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten, saadetten mahrum kalıyorsunuz. Ah… At elinden o kitabi!”
Esmer güzeli kız yeniden gülümsedi, “Peki, büyükanneciğim” dedi, “bu kitabi atayım… Okumayayım. Sonra bize müebbet ve yıkılmaz bir hapishane olan bu sıkıcı evin içinde bu mevkufiyetin yalnızlığı içinde çıldırayım mı? Okuyor, eğleniyor, biraz teselli buluyorum.”
“Hayır kızım, okuyor, fakat eğlenmiyorsun. Gözlerini görsen… Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalaşıyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder…”
“Peki söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?”
Büyük nine düşünmeye başladı; evet, ne yapsın? Simdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüştü. Seksen sene evvelki hayati birden hatırladı; o vakit erkeklerden ayrı bir kadınlar alemi vardı ki, simdi tamamıyla dağılmıştı. Bu alem pek genişti. Binlerce kadın birbiriyle konuşur, görüşür, eğlenirdi. Kendilerine mahsus eğlenceleri, zevkleri vardı. Moda yoktu. Annelerinin esvaplarını kızlar giyer, büyükannelerinin mücevherlerini torunlar takardı. Sırmalı çedik pabuçlar, kırmızı feraceler… ah hele kırmızı feraceler… baharın yeşil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadınlar tıpkı birer gelincik çiçeği gibi parlarlardı. Hiç aralarında çirkin, yani zayıf, hastalıklı yoktu. Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, islerinden sonra erkence evlerine gelirler, zevcelerine doyulmaz ask ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi.
[...]
Alafrangalık bir veba gibi içimize girmiş, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, esvaplarımızı değiştirirken ruhlarımızı da değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hülyaya inkılap etti. Adetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Simdi şaşkın ve mustarip bir nesil!… Her seyden nefret eden, her şeyi fena gören, karanlık gören, berbat, hasta tedavisi imkan haricinde bir nesil, ah şimdiki mariz ve müteverrim muhit..
[...]
“Sustunuz, büyükanneciğim…” dedi.
İhtiyar kadın, buruşuk gözlerini açtı:
– Ah!… Eski günleri, eski saadetleri düşünüyorum.
– Eski zamanda, sizin zamanınızda bugünden fazla ne vardı, nineciğim?
– Çok… birçok şeyler…
[...]
“Evet yavrum, birçok şeyler vardı. Her şey bizim için zevk, eğlence idi. Her şey: Çocukluk, mektebe başlayış, feraceye giriş, kocaya varis, doğuruş, hatta ihtiyarlayış bile… bunların hep ayinleri vardı. Her kadının bu devirleri diğer birçok kadınlar için bir zevk, bir eğlence vesilesi olurdu. Bütün hayatimiz eğlence içinde geçerdi. Bir hafta olmazdı ki bir mektebe balsama, bir sünnet, bir düğün, bir loğusa cemiyeti görmeyelim. Bu esvaplarımız, kınalarımız bile eğlenceye vesile olurdu. Manilerimiz, şarkılarımız vardı. Toplanır, aramızda müşavere eder, kış geceleri divanlardan tefeül ederdik, mevsimler bile bir eğlence idi. Her mevsimin kendine mahsus adeti, eğlencesi, ananesi vardı. Daha hiç açmamış, bir senelik gül ağaçlarının dibine aksamdan beyaz kavanozlar kor içine yüzüklerimizi, yüksüklerimizi atar, ertesi sabah güneş doğarken mani söyleyerek tekrar çıkarırdık. Biribirine benzemeyen bin mani bilen, bütün kıs herkesin lafina, bir söylediğini bir daha tekrar etmeden binlerce kafiye bulan kadınlar vardı.”
“Evet, yavrum biz sizin gibi ‘Ne yapalım?’ diye düşünmezdik. Buna lüzum yoktu. Can sıkıntısının ne olduğunu bilmezdik. Hasılı her şey gülmeye, eğlenmeye vesile idi. Mesela bahar… Ah, siz odalarda kapalı oturuyorsunuz. Bahar geldi mi, biz hepimiz bahçelere dökülürdük. baharın kendine mahsus eğlenceleri, ananeleri vardı.”
“Ne gibi büyük nineciğim?”
“Ne gibi olacak bahar da her mevsim gibi eğlence vesilesiydi. Biz bir senelik hayatimizi baharda tefeül eder, güler, eğlenir, oynardık. Ah bu tefeül… pek şairane, pek latif, pek hassastı. Daima doğru çıkardı. Hepimiz itikat ederdik.”
– Nasıl?
“Bahar geldi, ağaçlar çiçek açmaya, yapraklar yeşillenmeye, çimenler bas göstermeye başladı mi, bizim gözümüz artik odalarda duramazdı. Bahçeye koşar, baharın ortasında gezinirdik. İlk göreceğimiz kelebek bir senelik talihimizdi. Onu arar, onu beklerdik. İlk kelebeğin beyaz, pembe olması için maniler söyler, dalların üzerine beyaz ve pembe kumaş parçaları atardık. Sari veyahut siyah bir kelebek göreceğiz diye korkar, ne kadar heyecanlar geçirirdik.”
– Niçin?
“Çünkü kelebeklerin birer manaları vardı. Ah, siz bunları bilmez, bunlara itikat etmezsiniz. Beyaz kelebek: Saadete, talihe… Pembe kelebek: Sıhhat ve afiyete… Sari kelebek: Kedere, hastalığa… Siyah kelebek: Felakete, matem ve ölüme delalet ederdi. Beyaz kelebek görünce talihimizin o sene açık olduğuna, mesut olacağımıza kail olurduk… Bahar çiçekleri altında beyaz kelebeğin şerefine semailer okurduk…”
Genç esmer kız artik dinlemiyor; büyük, siyah gözlerini büyükannesinin arkasındaki pencereden görülen nisan semasının mavi beyaz aydınlığına dikmiş, tahayyül ediyordu. Hakikaten seksen sene evvel kadınların mesut olmaları lazım geliyordu.
Kendileri yeni nesil okudukça, anladıkça, erkeklere yaklaştıkça iptidai kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilal tutuşuyor, eski kadınlığın zevke, saadete vesile addettiği dişilik kayıtları kendilerine ateşten, demirden bir zincir gibi geliyordu. [...]
Bütün tabiat gözleri kamaştıran tatlı, sıcak bir aydınlıkta parlıyordu. Denize güneş aksetmiş, onu baksa elemlere akıp giden ebedi, nihayetsiz bir gümüş nehrine benzetmişti. Ağaçların ufak, koyu yeşil yaprakları hazdan, hayattan titriyor, yollara beyaz çiçekler düşüyordu. Karşı sahil tirse dağları, mor koruları, beyaz yalılarıyla bir serap memleketini bir peri payitahtını andırıyordu. [...]
Mazi, batıl itikatlar o kadar kuvvetli, müthiş idi ki, bütün idrake, bütün ilme, bütün fenne, bütün hakikate galebe çalıyor, tahavvül kanununun o muhayyel mazari kuvvetini esasından kırıyordu. [...]
Pencereden,
sevdiğine kavuşmadan ölen genç ve müteverrim bir aşkın son veda busesi
kadar ince, nazik bir rüzgar giriyor, taze mezarlar üzerin bırakılmış
taze çelenk kokuları getiriyor, odanın gölgelerinde görünmez, matemli
hayaller dalgalanıyordu…
[...]odanın uyutucu gölgeli sükununda sanki bu iki vücut eski, yeni Türk kadınlığının meyus, teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri, bir asır evvelki neslin son numunesini, hayattan ziyade ölüme, nisyana ait bir hatırası… diğeri, bugünün bir asırlık mecburi tagayyürün narin, tatmin olunmaz bir çiçeği idi.
Genç, esmer kız gözlerini kitaba dikmiş, okumuyor, kitabi tutan zambak ellerini asi, anarşist göğsüne bastırarak, içinden dudaklarına yükselen kalbi ihtilali, bu şedit, sebepsiz hırçınlığı tutmaya çalışıyordu. [...]
[...]odanın uyutucu gölgeli sükununda sanki bu iki vücut eski, yeni Türk kadınlığının meyus, teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri, bir asır evvelki neslin son numunesini, hayattan ziyade ölüme, nisyana ait bir hatırası… diğeri, bugünün bir asırlık mecburi tagayyürün narin, tatmin olunmaz bir çiçeği idi.
Genç, esmer kız gözlerini kitaba dikmiş, okumuyor, kitabi tutan zambak ellerini asi, anarşist göğsüne bastırarak, içinden dudaklarına yükselen kalbi ihtilali, bu şedit, sebepsiz hırçınlığı tutmaya çalışıyordu. [...]
İlk Düşen Ak - 68
"Güneşin
altında yeni ne vardır?" Hiç! Bu sabah aynamın karşısında yine bu eski
hükmü hatırladım. Geceden pek yorgundum. Geç yatmıştım, geç uyandım.
Banyomu yaptım. Giyindim. Saçlarımı tararken şakağımın ta ucunda ansızın
bir ak gördüm. Bir ak... Bu sanki gayet mühim bir faciaymış gibi beni
saatlerce düşündürecekti. İlk defa görülen bir akın kederinden daha adi
ne olabilir? Ben bu kederi belki yüz romanda okudum. Hayatın
sonbaharında, kışın gelmek üzere bulunduğunu ihtar eden soğuk bir
kırağı... Ölümü unutmuş kayıtsız bir genç birden,
Yaşadığı
neşe uykusundan uyanır. Hele bu zavallı bir kadın yahut bir kız
olursa:... Fakat işte ben, bu elemi duymadım. Duymamak istedim. Ama
yalnız düşündüm. Çünkü kendimi bildim bileli "taklit" ten nefret ederim.
Küçükken Kanlıca'da viran bir köşkte otururduk. Komşumuzun gayet tuhaf
bir maymunu vardı. Sabahtan akşama kadar onunla oynardım. Adı "Yakut"tu.
Kuyruğunun altı tüysüzdü. Hem masmaviydi. Ben ne yaparsam tekrarlardı;
temenna, baş kaşımak, el çırpmak, bıyık bükmek, yumruk sıkmak... Daha
bin türlü münasebetsiz şeyler de. Hatta bakışımı bile taklit ederdi.
Gözlerimi açtım mı, o da açar, süzdüm mü süzer, kapadım mı kapardı. - sayfa - 68 -
(...)[line]
Yüzüme baktı. Bitmeyen gülüşünün içinde ilave tti :
"Sen bir 'Sineküriyen'sin!"
"Sineküriyen mi?.."
"Evet..." '
Birden anlayamadım. Böyle bir hastalık hatırlamıyordum. Sordum :
"Bu nasıl hastalık! . ."
"Saadet hastalığılığı"
? . . .
? . . .
"Saadet... Yani işsizlik hastalığı!"
Yine anlayamadım?..
"İşsizlik saadet midir...?" diye güldüm.
Yine anlayamadım?..
"İşsizlik saadet midir...?" diye güldüm.
"Eski lisanlarda işsizlik saadeti bir kelime ifade eder, Fakat bu saadet de çok olunca,“ değişmeyince, her his gibi mahiyeti bozulur. Keder, elem olur..."
Bir idadi talebesine ders verir gibi, hazla elemi bana anlattı. Süren hazzın elem olacağını, değişmeyen eleme de insanın pek çabuk alışacağını izah etti. Onca işsizlik, yani "çalışmak mecburiyetinden azadelik " bir saadetti. Lakin bu saadetin üzerine bazen biraz kara bulutlar gelmeliydi. Fasılasız bir saadet şüphesiz bır felaketti.
"Eğer can sıkıntısından kurtulmak isterseniz bu rahat memuriyetinizden istifa ediniz" dedi.
“Sonra... Ne yapahm? Zengin değilim!“ diye güldüm.
“Iyi ya... Para kazanmak mecburiyeti sizi çalıştıracak. Boş duramayacaksınız.“
"sonfa?,"
"sonfa?,"
"Şimdi ay nihayetinde masanızın üstüne bırakılan altmış lirayı, çalışırken kuruş kuruş, muhtelif yer- - sayfa 72 -
[line]
[line]
lerden toplayacaksınız. Sinirleriniz, beyniniz, aklınız, gözleriniz, elleriniz çalışacak. Koşacaksınız..."
"Fakat bu benim işime gelmez."
"O halde 'Sinekür'ün' sürdükçe elemi olan rahatına. .. katlanacaksınız."
"Fakat bu benim işime gelmez."
"O halde 'Sinekür'ün' sürdükçe elemi olan rahatına. .. katlanacaksınız."
....
Gülümseyerek önüme baktım. Hakikaten ben pek çok genç bir sineküriyen olmuştum. Bu, şüphesiz bir talih eseri idi. Ama ihtiyarlığa uygun gelen şey gençliğe uygun gelmezdi; gençliğe uygun gelen şey de ihtiyarlığa... Mesela güzel kadın, çok uyku, nefis, bol yemek, filan gibi! İşte bu talih beni harap ediyordu. Ben bunları düşünürken geveze doktor şeker hastalığını, nakristen, daha bin türlü rahattan, işsizlikten gelen hastalıkları sayıp döküyordu.
"Bari jimnastik yapsam, doktor bey..."
Güldü:
"Jimnastik mi? O nihayet adalelerinizi yorar. Halbuki sizin yalnız adalatınız değil... Ruhunuz, hissiniz, fikriniz, hasılı bir kelimeyle söyleyeyim, mevcudiyetiniz çalışmaya muhtaç!"
"Yani manevi bir jimnastik..."
"Evet, evet."
"Ne gibi?"
...
Bulamadı. Yüzüme baktı. Bakışında benim mevkiimi kıskanan bir haset vardı. Bunu güneş gibi
görüyordum. "Mühendisim demiştiniz değil mi?"
"Evet. "
"Evet. "
"Mademki işiniz yok. sanıtınıza çalışınız"
"Memur olduğum için dışarıda çalışamam."
"Hayır, öyle ticaret şeklinde para kazanmak için değil. "
"Ya nasıl?" - sayfa-73 -[line]
"Memur olduğum için dışarıda çalışamam."
"Hayır, öyle ticaret şeklinde para kazanmak için değil. "
"Ya nasıl?" - sayfa-73 -[line]
"Sanat için sanatınıza çalışınız."
"Anlayamıyorum, nasıl?"
"Anlayamıyorum, nasıl?"
"Siz Türk müsünüz?"
"Evet."
"Milliyetperver misiniz?"
Birdenbire
cevap veremedim. Böyle bir suale ömrümde ilk defa maruz kalıyordum.
Vicdanımı yokladım. Daha bunun ne demek olduğunu bile bilmiyordum
"Milliyetperveriik" ne demekti? Vakıa kulaktan böyle bir cereyanın
olduğunu duymuş, ama hiç ehemmiyet vermemiştim. Türkçe mecmualan,
gazeteleri okumak âdetim olmadığı için, bir şeyden haberim yoktu.
sükutum doktoru sıktı :
"Yoksa kozmopolit misiniz?
"Hayır."
"O
halde işte hastalığınızın bir sebebi daha. Ne milliyetperverim
diyorsunuz, ne de kozmopolit! Yani araftasınız. Halbuki araf insanlara
mahsus değildir. Hayvanlar orada istirahat eder. Ama insan için ya
cennet lazımdır; ya cehennem!"
.....
Bu
tuhaf doktor, bana idealin insana tıpkı kalp gibi, yürek gibi, ciğer
gibi lazım olduğunu anlattı. İnsan "mefküre"siz yaşayamazmış. Mefküre
iflas eder etmez insan ya deli olur, yahut intihar edermiş. Fefkare
birdenbire kaybolmayıp yavaş yavaş zayıflarsa, şeker hastalığı,
nevrasteni, isteri başlarmış.
"Halbuki sizde muayyen bir ideal yok."
"Galiba, ""O halde azizim çabuk bir ideal edininiz, yoksa...
"dokfor sizi kurtaramaz. " sayfa - 74[line]
Bir Temiz Havlu Uğruna .............................. 78[line]
Nışanlılar ...................................................... 85'[line]
Gurultu ......................................................... 90[line]
Balkon - 99
Hamdune Hanım kocasının aksi çok düzgün bir kadındı. Her an sebepsiz bir elem, bir sıkıntı içinde yaşardı Mechul
bir matem sanki ruhunu ebediyen kararmıştı. Daima sinirli az güler, hep
heyecan içinde... Köşkün kapısından kazara postacı geçse sapsarı
kesilirdi. Gece gündüz bir felaket haberi bekler gibiydi.[line]
Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür ......................... 111[line] Bit -138/ (Hikaye okumak için Bit yazan linke tılayınız lütfen)
Lokanta Esrarı ............................................. 148[line]
Tavuklar ....................................................... 155[line]
Tuğra ............................................................ 158
Beşeriyet ve Köpek - 16
"Kabalığımı affediniz, madam" dedim. "Müsaade ederseniz size bir şey soracağım."
Köpek
uyandı. Başını kaldırdı. İkisi de derin, lakin pek derin bir hayretle,
"Bu nasıl münasebetsiz herif!" demek ister gibi bana baktılar. Köpek
çapaklı ve yaşlı gözlerini kırpıştırarak ağzını takallüs ettiriyor ve
havlamaya hazırlanıyorken kadın nazik ve gayri müterakkib bir tebessüm-i
şuh ile cevap verdi :
"Sorunuz, belki bir cevap alacaksınız."
"Nezaketinize
teşekkür ederim. Sizi hiç tanımazken hususiyetinize ait bir şey sormak
filhakika büyük bir küstahlıktır. Bunu bilirim. Fakat son derecede
mütecessisim madam. Bu meylime karşı gelemem. İşte şimdi anlamak
istiyorum ki, bu köpeğe, bu çirkin, pis köpeğe niçin bu kadar ibraz-ı
muhabbet ediyorsunuz? Olmüş ve muazzez ebeveyninizden kalmış eski bir
yadigâr mıdır? Yoksa kaybedilmiş bir saadetin hatırası mı?" dedim.
Ve
her saniye maruz kaldıkları kurnazlıktan, zekâdan hiyleden, sürat-i
intikalden bıkmış ve nefret etmiş olan garp kadınlarının hoşlarına
gitmesi lazım...
İ Ç İ NDEK İ LER
Pireler[line]
A ş k Dalgas ı[line]
Külah[line]
Kütük[line]
Ka ş a ğı[line]
Ant[line]
Diyet[line]
Forsa[line]
Ferman[line]
İ lk Cinayet[line]
Yeni Bir Hediye[line]
Pembe İ ncili Kaftan[line]
Ömer Seyfettin bütün eserleri 2 Kızıl Elma neresi
Teke tek
Okundu
164 MAHCUPLUK İMTİHANI
Acaba Ne İdi?
Yorum Gönder
♡ Yorumlarınıza en kısa sürede geri dönüş yapılır.
♡ Üyeliğiniz yoksa dahi anonim profili seçerek yorum yapabilirsiniz.