Y
oğun geçen bir günün akşamıydı, Demlediğim ıhlamurdan bir bardak alıp kuruldum balkondaki makamıma...
Şehrin hengâmesi dinmiş, sokak lambaları nöbeti çoktan devralmıştı. Gündüz ki koşturan insanlar yerlerini serin bir rüzgâra ve hafif de atıştıran bir yağmura bırakmıştı.
Genelde sessiz modda kullandığım telefon, hangi ara bağımsızlığını ilan edip de kendi kendine sesini açmayı başardı bilmiyorum, daktilomun yanından yükselen sesle irkildim. Hattın diğer ucundaki ses, Genel Yayın Yönetmenimiz Yusuf Samet Çakır’a aitti. “Hocam, bu ayki konumuz tam da senin konun ” diyerek girdi söze.
“Bir yalnızlık, kaç kilometre eder?”
Sorudan çok “tam sizin konunuz” kısmına takılsam da biraz gülüşmeyle geçiştirdik konuyu. Sanırım beni derginin en yalnız yazarı seçtiler. “(:” “Dışarıdan bakınca çok mu yalnız görünüyorum?” diye sordum. “İşte Hocam 'Dost Kayığı ’falan ” deyip de geçen sene çıkan son kitabıma atıfta bulununca “Siz beni çok yalnız anlamışsınız” deyip konuyu biraz daha açmak üzereydim ki;... vazgeçtim. Nihayetinde konu, telefon görüşmemizin değil, derginin bu ayki konusuydu.
"Anlarsa uzağım yakınımdır, anlamazsa yakınım uzağımdır. " diyor İsmail Fakirullah Hazretleri. Yani mesafeler, birbirini anladıkça kısalıyor. İnsanlar, birbirini anladıkça mesafeler uzak da olsa yalnızlık ortadan kalkıyor. (...)
Çok Kullanılmış Kalpler Dükkânı kitabımda bir yalnızlık tanımı yapmıştım yıllar önce. O tanımla başbaşa bırakmak istiyorum sizleri.
Aslında, yalnızlığın tarifi, sözlükteki anlatımla kalmamalı bence... Neymiş? Yalnızlık, “kimse bulunmama durumu”ymuş. Kesinlikle bundan daha soğuk bir tanım yapamazlardı! “Bu tanım, yeniden yapılmalı” gibi klişe bir fikrim yok. Biraz daha açılmalı sadece. Belki okul sıralarına kadar gidilmeli...
En yakın arkadaşının okula gelmediği gün anlatılmalı belki de uzun uzun... Asıl yalnızlık () çünkü... O gün hissettiklerin, o gün düştüğün boşluk da yerini almalı kurulan cümlelerde; ama en önemlisi kişinin kendisiyle başbaşa kalmasınm yalnızlık olmadığı anlatılmalı bundan sonra...
Asıl yalnızlığın, insanın kendisini kaybettikten sonra başladığı, gerçek yalnızların kendisiyle barışık olmayan, iç sesiyle aynı fikirde olmayan, hayattan bir beklentisi kalmayan insanlar olduğu yazılmalı yeni tanımda...
Bir başına kaldığında, kendisini mutlu edecek anlar biriktirmişse bir insan, sessizliği bozacak bir bardak çayı karıştırabiliyorsa umutla, nasıl söyleyebiliriz yalnız olduğunu? Okuduğu şiirler hâlâ umutlandırabiliyorsa insam, gördüğü rüyalar hâlâ tebessüm ettirebiliyorsa hatta ağlatabiliyorsa dinlediği şarkılar, kısacası kendisiyle de olsa paylaşabiliyorsa ekmeğini, hüznünü, mutluluğunu nasıl bahsedebiliriz yalnızlıktan?
Ya da tersini düşünelim:
Etrafında onlarca insan olsa da yalnız kalamaz mı insan? Yalnızlığı ortadan kaldıran şey, anlaşıp anlaşamayacağına bile bakmadığın birkaç insan mıdır sadece? Birlikte olduğun insanlar seni mutlu etmiyorsa, orada yalnızlık yok mudur? Kalabalıklar içinde yalnız kalan insanlara ne diyeceğiz o hâlde?
Ya bu duruma yeni bir isim bulalım ya da yalnızlığın tanımını biraz daha genişletelim.
Yalnızlık, sadece ınsanın yanında kimsenin bulunmama hâli değil, içindeki çocuğu kaybetme, onu küstürme hâlidir. Gerisi lâf-ı güzaf...
Nüktedan Dergisinden, Bilal Sami Gökdemir'in "Siz beni çok yalnız anladınız" başlıklı makalesini okudunuz
seçilmiş yalnızlık güzel.
YanıtlaSilGüzel tanım... Kıymetli yorumunuz için teşekkür ederim...
SilMerhaba,nasılsınız ? Blogunuzu yeni keşfettim ve hemen takibe aldım.Sizi de beklerim,sağlıcakla kalın.
YanıtlaSilhttps://dizifilmkitaptavsiye.blogspot.com/
Merhaba hoşgelsiniz... gayet iyiyim sağolun... görüşmek üzere... teşekkür ederim...
Sil