6.11.16

Okudum, Dudaktan Kalbe, Reşat Nuri Güntekin

Dudaktan Kalbe / Reşat Nuri Güntekin / Alıntılar


Fakat bizi daha ziyade memnun etmek için ne yapacaktın, biliyor musun? Bu gece bu şayan-ı dikkat genci de davet edecektin...

Bu kule, Şem'i Dede isminde bir ihtiyar dervişindir... Yarı meczup, fakat rint, ehl-i dil bir adamdır...

— Ne olacak beyim. Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olur..

Sanatkârı bu kadar artistik ve karakteristik bir dekor içinde tanıdığıma çok memnunum, dedi.

Oğluna ilişebilecek bir kuvvet tasavvur ediyor musun?...

Uyumak mı? Uyku bedbahtlar, hastalar içindir, anne... Bütün ruhuyle yaşayan mesut insanlar niçin uyusunlar?... Biliyor musun, bu saatlerde dünyada daha güneşleri batmamış, yahut ay aydınlıklarına batmış memleketler var... Orada Kenan'ın parçalarını çalıyorlar, senin oğlunun dil ve kalbiyle dertlerini söylüyorlar, ağla^ yıp gülüyorlar... Yarın daha büyük bir eserim olacak. Artık ölümlerden bile korkum kalmayacak anne... Kenan; gömülmüş, dudakları müebbeden susmuş, ne çıkar?

Hafif tabiatını, bütün fena huylarını bırakmıştı. Karısını, çocuklarını biraz daha mesut ve rahat görmek için mütemadiyen çalışıp didiniyordu. Fakat talihsizlik onun yakasını bir türlü bırakmıyor, küçük aile, günden güne daha derin bir sefalete

Kurdun çocuğu akıbet kurt olur kızım... Bu ka-nun-ı tabiattır. Biz tevekkeli mi o kadar inat ettik.

Ev işlerinde annesine yardım eder, hatta onun örgülerine, gergeflerine biraz eli yatardı

Kenan, bu âyin gecelerinde bütün ruhuyle yaşadığını duyar,

Sonbaharda havalar bulanmağa başlar, gökyüzündeki bulutlar dolaşır, rüzgârın önünde yapraklar uçu-şurdu... Sararmış çardaklar, kurumağa başlamış ağaçlarda hevenkler sallanır, yerlerde sıra sıra hasırların üstünde yaldızlı gibi görünen üzümler kurur, yollardan mütemadiyen üzüm sepetleriyle yüklü arabalar, beygir F. 3 34 DUDAKTAN KALBE kafileleri geçerdi. Bozyaka, asıl bu son günlerinde neşele-nirdi. Her tarafta ahenk, kahkaha ve türküden başka bir şey duyulmazdı. Sabahlara kadar bağlarda çalgılar çalınır, hora tepilir; yollarda önlerinde

Nizam altına almak, lâkırdı dinletmek mümkün değil...

Aşk, ona ilk defa Leylâ'nın büyük siyah gözlerinde görünmüştü.

hiç bir şeyde gözün yok... Neden bu kadar emelsizsin?..

Kenan, böyle doğmamıştı. Ondaki emel, ondaki yaşamak hırsı dünyalara sığmayacak kadar büyüktü. Fakat hayatının fukaralık ve muvaffakiyetsizlik içinde geçeceğine vakitsiz inanmış, hayata âdeta darılmıştı. Yarım saadetlerden nefret ediyordu. Bitirmeğe muvaffak olamayacağı bir kadehi dudaklarına götürmeyi sefil görüyordu. Onun fikrince sanat gibi hayatta da orta yoktu. Muvaffak olanlar bildikleri, istedikleri gibi yaşarlar, ötekiler karanlık köşelerinde ne olursa olurlardı.

insan, kendini, halini bilmeli, elde edemeyeceği şeyi mümkünse istememeli, mümkün değilse bu arzuyu bir ayıp gibi gizlemeliydi!

bizim prensibe mugayirdir

Beni müşkül mevkide bırakıyorsunuz...

Bu iş, haysiyeti, insanlığı kadar sıhhatine de dokunuyor, nahif vücudunu, hasta sinirlerini fazla yoruyordu.

Himmet edin de şunu bir aya kadar bitirelim!» yolunda sözler söylerlerdi.

kimse bu saatlerde ondaki mütehayyil inziva zevkine dokunmuyordu. Halbuki burada öyle değildi. Komşuları, arkadaşları, ne vakit çalışmağa başlarsa evine, odasma damlıyorlardı. Hâlâ çocukluğundaki gibi nazik ve yumuşak yüzlüydü.

Musikiyi sevenler mutlaka düşmeğe, mutlaka kerizci olmağa mahkûmmuşlar..

O kadar inandım, gayretim boşa gitti... Düştüm, hayatım gibi ruhum da sefil oldu.»

Biz, burada ucuz ve rahat yaşamak ilmini öğrendik

Çocuk musun anne?... Ben hiç bir şey istemiyorum... Ben bir hayat mağlûbuyum... Ben de babam gibi oldum... O kadar meyus olma anne... Elbette bu böyle devam etmeyecek... Yaşım arttıkça bu mağlûbiyete alışacağım; kaderime razx olacağım... Ne bilirsin, belki son günlerimizde biraz mesut oluruz.

Fevkalâde bir vaka olmazsa bu işe olmuş nazariyle bakabiliriz...

Bu kadının kaybettiği her kim ise, su çiçekleri gibi narin bir kız mı? Bir kazaya kurban gitmiş bir delikanlı i' mı? Ömrünün en güzel zamanlarını kollarında geçirdiği bir müşfik koca mı, her kimse şimdi onu görüyor, onunla yaşıyor.

su çiçekleri gibi narin bir kız mı?



Bu saatlerde dünyanın kim bilir kaç memleketinde yaşıyorum... nice insanlar benim seslerimle gülüyor, ağlıyor, seviniyor, mesut oluyor... Kendim de artık yaşamağa, mesut olmağa başlıyorum. Seviniyorum, sonra çekinmeden sevdiğimi söyleyebiliyorum. Gerçi saadet bana biraz geç kaldı... İçimde birçok şeyler yıkılıp harap olmuş... Büyük hislere artık kabiliyetim yok... Leylâ'yı sevdiğim zamanlardaki vefa ihtirası kalmadı

Yüzüne bakar bakmaz bu genç, zarif ve bedbaht kadını sevmeğe başladım.

Aşk kalbimden dudaklarıma çıktı..

O, artık birini ötekinin unutturduğu buselerle bir nağme, bir tebessüm gibi yalnız dudaklarımda yaşayacak..

Onu bir defa kollarıma alsam, senelerce mesut olacağımı biliyordum., bunu yapamadım..

Ne garip bir adam oluyorum... Bazen dünyanın elemi beni hissiz bırakıyor... Şimdi de böyle zayıf sinirli bir

Kenan, bu sade, monoton besteye -ölmüş bir ana sesinin hâtırası gibi - müessir, yakıcı bir güzellik veriyordu

Lâmia, o gece geç vakte kadar uyuyamadı. Kenan'la Nimet'e karşı birçok temiz, nazik hisleri incinmiş, kırılmıştı. Onlara hem darılıyor, hem iğrenmeğe benzer bir şey hissediyordu.

Gecelere ağır, yeknesak bir melal çökecek;

Hakikaten onlar, adamakıllı gemi azıya almışlar, cüret ve cesareti delilik derecesine getirmişlerdi

Bazen gülümseyerek düşünürdü: «Odam kalbime benziyor, İlerleyen yaşıma rağmen orada da daima böyle sessiz bir hayatın titreşimleri var. Orada da böyle gözlerin bir renkli Vehmi sanılacak kadar hafif şeyler mütemadiyen çırpmıyor, titriyor, bir gizli ateşle nazik kanatlarını yakıyor. Odam kalbime benziyor...»

Ben musikiyi uykudan ziyade seviyorum. Kenan Bey... Birkaç geceden beri ne güzel bir şey çalıyorsunuz. ..

Bellibaşlı bir şey çalmıyorum ki... çalışıyorum. — Çaldıklarınız arasında bir şey var ki, dönüp dolaşıp hep ona geliyorsunuz... Şimdiye kadar böyle şey duymadım... Uzaktan dinlemeğe doyamıyorum... Başımı piyanoya dayayayım, o sesleri su gibi içeyim diyorum. Lâmia, bunları söylerken

yüzü sararıp kızarıyor, gözleri vecd ile doluyordu. Kenan, gülümseyerek : — Lâmia Hanım, dedi, o, benim de derdim... Eserimin temi... Ne iyi söylediniz. Dönüp dolaşıp hep ona DUDAKTAN KALBE 81 geliyorum. Çünkü her şey o derdin etrafından dönüyor... Bunu nasıl anladınız?... Uykusuzluk, renginizi sarartır, Kınalı Yapıncak buruşuk yapraklara döner sonra... Fakat sonra birdenbire değişerek hemen hemen sert: Derdi bir de yakından — Geliniz bakalım, dedi. dinleyin. Lâmia, sevincinden uçuyordu. Teşekkür etmek için

Yazın son mehtabı bütün şâşaasıyle tepeler, kuleler, ağaç kümeleri, kaya yığınları, gökyüzünün esmer sedeflere benzeyen zemini üzerine bütün ince hatlarıyle çiziliyor; Bozyaka açık kurşunî renkte bir kabartma resmi andırıyordu. Ay ışığının sıra sıra uzanıp giden çıplak bağlarda suya atsetmiş ışıklar gibi âdeta çalkandığı derinleştiği görülüyordu.

Ekim ayının ortalarına doğru idi. İlk yağmur yağmış, göçler artık başlamıştı. Bağlarda sabahlara kadar ayrılık eğlenceleri yapılıyor, çıralar yakılıp çalgılar çalınıyordu. Buna rağmen Bozyaka'ya ağır bir hüzün, içki ve ahenklerle geçmiş bir düğün gecesi sonu yorgunluğu çökmüştü.

Ağaçlar yapraklarını dökmüş, korular, sel çukurları

Kenan, yüzünü, açık göğsünü Boğaz'm nemli rüzgârına verdi, vücudundaki kırıklığın Verdiği bedbinlikle: — istanbul'un baharı bir şeye benzemiyor, dedi, haziran girdi, hâlâ havalar açmıyor... Duman sade benim başımda değil... Boğaz da her sabah öyle oluyor... Hep kabahat İstanbul'un geciken baharında, hava-larındaki ıttıratsızlıktaydı. Kendisinin hiç kusuru yok- 90 DUDAKTAN KALBE tu.

Genç kızla olan münasebeti hürmetkar bir arkadaşlık hududunu hiç bir zaman geçmemişti.

Bu gece için onun da oynanacak bir kuvvetli numarası vardı. Eserin biraz soğuk karşılanmasını garaz, kıskançlık, müellifin yabancılığı ve saireye veren dostların genç kompozitör hakkındaki düşüncelerini birer birer dinledi. Sonra dirseklerini masaya dayadı. Kenan'ın musikisi için uzun bir konferans verdi ki, bu sözlerle bitiyordu : «Eserin derece-i kıymeti hakkında aramızda ihtilâf olabilir. Fakat şu noktayı tasdikte ittifak edebiliriz ki Kenan bizim aramızdan, insanlar arasından çıkmış yarım ilâhlar âlemine girmiştir. Bizim isimlerimize

şeref veren mutantan elkap, hatta bazılarımızın başını tezyin eden dünya taçlan onun sanatkâr alnını süsleyen görünmez defne çelengi yanında kuru kelimelerden, birkaç taş kırıntısından başka bir şey mi?

Mahzun değildi; çünkü ar aşıra her zamankinden ziyade güldüğünü işitiyorlardı. Hem de I yüreğinden gelen billur gibi kahkahalarla... Hasta s ğildi. Bilâkis taze bir çiçek gibi günden güne açıhyj renkleniyor, gözlerinin soluk, açık yeşilinde - içleri güneş işlemiş zümrütler gibi- hareli parıltılar titrj yordu.

Küçük kıza öyle geliyordu ki, Kenan'dan bahsetmekle onu bir parça aralarında yaşatmış olacaklardı

Kınalı Yapıncak, uyku sersemliğiyle bir türlü bunu tâyin edemiyor,

Karşıdan gelen şu iki büyük hanım, beni sana ilân-ı aşkeden bir çapkın sanır. Bizim hâlis vesvesesiz ahbaplar olduğumuzu ne bilsinler? Haydi Lâmia... Sık sık bekliyorum..

Kenan, yaptığını düşündükçe kendi kendine kızıyordu : «Ben sahiden fena adam oluyorum... îzansız hayvanlar gibi neyi canım çekerse saldırıyorum.

Halbuki şimdilik onlardan vazgeçemez, gece, karanlık ve tehlikenin hemen hemen acı bir lezzetle zenginleştirdiği bu yeni duygulardan kendini mahrum edemezdi. .Hatta günden güne cüret ve cesareti artıyordu bile. Bu karanlık, derin, mütereddi teheyyüçlerle sarsılarak odasına döndüğü zaman piyanonun önüne geçiyor, gecesinin geri kalan saatlerini «Siyah Yıldızlar»'ına hasrediyordu.

Duyguların da insanlar gibi renksiz, asık yüzlü ihtiyarlıkları, sefil ölümleri var... Bizim masum sergüzeştimiz ihtiyarlamadan ölecek Kınalı Yapıncak...

— Aşkı bin türlü kayda esir ediyorlar, muayyen bir ömrü olan bir duyguyu zorla hapsetmeğe çalışıyorlar, hep aynı şeyi sevmek için ebedî vefa yeminleri veriyorlar... Daima aynı şeyi sevmek, aynı hâtıraya bağlı kalmak ne fena... Bir keman düşün ki hep aynı sesleri tekrar ediyor... Bir rüya tasavvur et ki, her gözlerimizi kapadığımız vakit aynı renklerle, şekillerle

İnsanın bu etrafımızdaki topraklardan hiç farkı yok... Bakıyorsun bir gün, bütün arzuları sonbahar yaprakları gibi dağılmağa başlıyor, içinde her şey ölüyor, her şey kuruyor... Artık ümidi kesiyorsun... Bundan sonra bahar, hayat, saadet bitti diyorsun... Fakat üç ay sonra

her şey yeniden canlanmağa başlıyor... O kuru toprak, eskisinden daha güzel baharlarla bezeniyor.

— Aşkı size kalpte doğup ölen bir şey diye öğretiyorlar Kınalı Yapıncak... Ne fena, ne yanlış bir fikir... Aşkın kalple hiç bir alâkası yok... Aşk, yalnız dudaklarda doğup yaşadıkça bir saadet olur... Onun dudaktan kalbe

Biz, birbirimizi sevmiyoruz Lâmia, bana inan küçüğüm... Sade küçük bir sergüzeştle gönlümüzü, gözlerimizi, dudaklarımızı eğlendirdik... O kadar... Bu hâtıra için dökeceğin üç beş damla yaşı ıstırap sanma... Şimdi kendi dudaklarınla bana cevap ver... Beni sevmiyorsun değil mi? Bu, sadece masum bir gönül eğlencesinden ibaret.

Bu sabah, oradan da bir sonbahar havası geçmiş gibiydi. Kenan, düşen, sararan, kırılan şeyler arasında çocukluğunun renksiz günlerini görüyor, müzmin melallerin acısını duyuyordu.

Etraftaki ağaçlar, gece kapalı pencereler bu odaya tehlikeli bir yalnızlık veriyordu.

Kenan, o gece uyumadı. Mütemadiyen odasında gezinerek sigara içti. Cavidan ile beraber bütün o parlak istikbal ümitlerini gömmek, hayatını mânâsız bir küçük kıza bağlamak lâzım geliyordu.

Bu, ölüm gibi kaçınılmaz bir zaruretti. Başka hiç bir çare, hiç bir yol yoktu. Bü zaruret, Kenan'ın hodgâm kalbini âdeta kudurtuyordu. Sabaha kadar bir kararsızlık buhranı içinde kendi kendisiyle didişti.

Kenan, her zamanki teklifsiz tavrıyle ellerini onun omuzlarına koymak istedi. Fakat onun birdenbire çekildiğini ve kendisine dokunulmasına tahammül edemiye-cek bir tavır aldığınıgörerek

Hatta her zaman kendi ağzınızla söylemiyor musunuz aşk yoktur diye... Nasıl söylüyordunuz bakayım. Onu dudaklardan aşağı bırakmamalı... Ben, buna razı oldum. Nimet Hânım biliyordu, o

Kolayca teselli edilecek dert insanı böyle ağlatmaz. .

Huriye yenge fena bir kadın değildi. Fakat konuşmasını beceremeyen cahil insanlarda olduğu gibi iyi niyetlerle söylediği sözler daima katı düşerdi :

Mahmure, kahkahalarla gülerek : «Aman, pek hoşuma gitti, dedi, şenlikli bir şeye benziyorlar... Yarın inşallah safa geldine gidelim...» Yeni komşular hakikaten şenlikli insanlardı. Taşınma ve yerleşme yorgunluğuna rağmen o akşam birçok

gülüştüler, gürültü ettiler. Perde yerine pencerelere iliş-tiriliverilmiş yatak çarşaflan üzerinde dağınık saçlı kadın gölgeleri boğuşuyor, birbirini kovalıyordu. Her akşam, yatsı namazını kılar kılmaz yerine yatan Huriye Hanım o gece pencereden ayrılmıyor : «Pek eğlendim vallahi, karagöze gitmiş gibi oldum.» diyordu. Bir aralık, yine gramofona başladılar, «Konyalı, Aman Adanalı» türkülerini üst üste belki yirmi defa çaldılar. Rıza Bey ailesi, iki gün içinde yeni komşularla canciğer ahbap oldu. Lâmia, binbaşının trendeki muamelesini unutmamıştı.

Bir tanesinden rüyada işitilmiş sesler kadar hafif, eski bir hatıra kadar bulanık ince bir keman sesi gelmeğe başlamıştı.

Makbule'ye gideceği günleri sabırsızlıkla bekliyor, ayna-I nm karşısında özene bezene süsleniyor, bir aşk mülâka-i tına gider gibi kalbi heyecanlarla titriyordu.

Fakat, ruhu, rüyada annesini görmüş bir öksüz gibi mesuttu.

istintaklara başlıyordu.

O gün, bütün ev halkı düğüne davetliydi. Huriye Hanımın zengin bir koyun tüccarı olan büyük kardeşi, torunlarını sünnet ettiriyordu.

Ziyanı yok kızım. O, erkektir, velinimetimdir... kusuruna bakılmaz... O beni, cennete sokacak... Hem efendi, Allah razı olsun, iyi adamdır.» diyordu.

Benim bu yaşta gönlüm ihtiyarladı... Benim için gece, gündüz, yaz, kış hepsi bir...

Fakat bu hayaller artık ona ıstırap ve heyecan vermiyor, sakin kalbinde mahzun bir rikkatten başka bir şey uyandırmıyordu. Batmış bir güneşin aydınlıklarına benzeyen hatırları renkli bir toz gibi mazisine yayılıyor, unutulup kaybolmuş şeyleri hafif hafif aydınlatıyor, fakat artık yakmıyordu.

Bu, ilk itirafıydı. On beş yaşında mektep çocuklarına yakışan bu söz, dudaklarında melûl bir samimiyet alıyordu

Makbule'nin bu kadar sevinçle karşıladığı, kocasının bu derece teklifsizce yukarı sofaya aldığı adam acaba kimdi?

Bu, benim tabiatım...

. Öyle bir alây-ı vâlâ ile geldik ki tarif edilmez...

Neşe, billahi çok sıhhî şeydir dayı... Ben birçok hastalıklarımı kahkaha ile tedavi ettim. İnsan, gülmeğe başladı mı kalp, ciğer işlemeğe; vücut canlanmağa başlar, hatta mide, böbrekler bile düzelir... Hele sinirlerle münasebeti olan hastalıklara neşe birebir gelir...

Neye hayret ediyorsunuz?.. Benim yüreğim ne kadar mahzun olursa deliliğim, neşem o kadar artar...



istintak

Fakat hiç merak etme... Nasıl olsa foyanı yakalayacağım... Biz, sana benzemez daha nicelerini gördük... Rollerini ne kadar maharetle yapsalar, yine bir gün dudaklarından bir kelime, vücutlarından bir tavr ü hareket kaçıyor ki, bütün hüviyetlerini ayna gibi meydana çıkarıyor...

Lâmia, müşkül bir mevkide kalmıştı

Eski çekingen tavırları şimdiki az çok yapmacık zarafetlerine, şımarık serbestliğine bence çok müreccahtı... Neyse, bunlar lâzım değil...


Sen, zannettiğimden ziyade çocuksun Makbule...

müşkül bir vaziyette kalıyoruz Vedat Bey...

Sen beni düşünmüyorsun... Sen meram etsen derdime bir çare bulursun!» yolunda manasız şikâyetlerle Lâmia'yı bizar ediyordu.

Bir zamandan beri bana tuhaf bir hal arız oldu. Bazı böyle sessizlik ihtiyacını derin derin duyduğum, varlığımı mutlak bir adam sükûnu içinde gömüp mahvetmekten zevk aldığım saatlerde sese hiç tahammül edemiyorum...

Beynimin içinde gizli bir yara var gibi... En güzel ses bile bu yarayı incitip sızlatıyor...

Çok şükür hasta değilsin... Yalnız müzmin bir tembelliğin var... O kadar... Hani insan içinden kaçan, mağaralara kapanıp çile dolduran dervişlerin tembelliği...

Karım, heyecanlarını, zaaflarını gizlemekte çok mahirdir, en büyük vakaları daima mağrur bir sükûn, lakayt bir istihfafla karşılar.

Maksadımı yanlış anlama rica ederim,

İmkânı yok...

İtiraf edeyim ki, ona ettiğim fenalık beni en mesut, en tatlı saatlerimde zehirledi...

Seyyah kuşlar gibi her mevsimi bir memlekette geçiriyorduk. Dostlarımız, bahtiyarlığımıza haset ediyorlardı.

her yaz, tam bu mevsimde, içimde müzmin bir hüzün sebepsiz bir yaşamak yorgunluğu uyanıyordu. Çalışmaktan nefret ediyordum, yaşamaktan usanıyordum. Kalbimde bilinmez bir şey hasreti, bilinmez bir yerin daüssılası vardı. Neyi istiyordum, neresini düşünüyordum? Bunu anlamaktan, bu hisleri fazla tahlil etmekten kendim de korkuyordum

Ben, doğuştan münzevî ve vahşi bir adam olduğum için mi bu öyle oluyordu?

İçimde müphem, karanlık bir hicran vardı

Nihayet, anladım ki, kuvvetli arzuya mukavemet mümkün olmayacak...

Vakur bir ciddiyeti, kibar bir nezaketi vardır.

Ben, artık sakin, yalnız bir çoban hayatı yaşamak istiyorum

Bahusus istediğim bir küçücük parça... İnsana doğduğu, büyüdüğü toprak başka bir canlılık veriyor...

Ben, biraz bülbüle benziyorum... O da toprağından ayrıldığı vakit susarmış...

Hayat, bazen ne kadar güzel...

Dünyada merasim ve teşrifat kadar iğrendiğim bir şey yok...

Fakat, ben de bir an yalnız kalmadım ki... Ah, bu saygısız misafirler... Beni burada da rahat bırakmıyorlar... Sabahtan akşama kadar belki on takım misafir geldi...

Karımın arasıra böyle hakarete benzeyen müfrit ve kuru istihzaları vardır. Onlara hemen hemen alışmış ol-DUDAKTAN KALBE 267 makla beraber bu söz canımı sıktı. Fakat aksi bir cevap vermedim. Sade ağır bir tavırla : — Tabiat, herkesle ayrı dilden konuşur... Ben, buralarda büyüdüğüm için bu yerleri başka gözle görüyorum... dedim.

Başkalarının neşesi azabımı artırmaktan başka bir şeye yaramıyor. Bozyaka, gözümde bütün rengini, bütün füsununu kaybetti. Günler bitip tükenmek bilmiyor... Bu hiç yeni bir şey getirmeyecek renksiz günlerin can sıkıntısını, yorgunluğunu ilk sabah aydmhklarıyle beraber duymağa başlıyo-

Öyle hodgâm bir ruhum vardı ki, sevmediği şeyle alâkadar olmasına, acımasına imkân yok.

Ben, Lâmia'yı seviyorum. Bazı gizli hastalıklar vardır; insan onların nerede, nasıl başladığını tâyin edemez. Yaralar, öyle ince ve na-I

ziktir ki, müphem heyecanlara benzer zehirleri vardır; ağrılar yeri bilinmeyecek kadar sağır ve müphemdir. Zaman zaman vücudun derinliklerinden boğuk, müphem şikâyetler gelir. İçin için büyüyen hastalığın bundan başka alâmeti yoktur. Benim Lâmia'ya olan aşkım, işte bu neviden bir hastalık...

Aşk ve saadet üzerine yeni fikirlerim vardı... Henüz içine girdiğim sahte, kibar muhitin mütasallif ve mütereddi nazariyeleri... Aşk, öyle bir şeydi ki, mutlaka zarafet, muvaffakiyet, şöhret, servet, ihanetle beraber giderdi.

Ben, daima uzak bulunduğu yerlerin daüssılasını, elde edilmesine imkân olmayan saadetlerin hasretini çeken bir hayal hastasıyım.

Ben, bu işi yaptığıma esasen nadimdim. Evlât... Başkalarına söylesem bana meczup deyip çıkarlar... Sen, belki anlarsın... Bir hayalî yâr-ı vefakârım vardı ki, bütün ömrümde bir gün beni yalnız bırakmamıştı... Geceleri kimsesiz kulemde sessiz

İçimde tahlil edilmez bir korku ile ihtiyar arkadaşımın yüzüne baktım.O, yine memnun, sakin çocuk te-bessümüyle gülümsüyor, artık başka şeylerden bahsetmeğe başlıyordu : — Ben, kaza ve kader bahsinde düşüne düşüne şu neticeye varıyorum evlâdım... Dünya'daki felâketlerden kudreti mesul tutan, bütün kabahati nizam-ı kâinatta arayan mecnunlar var... Kudret, her ruhu ayrı istidatlarla teçhiz ediyor, her

birine ayrı bir yol çiziyor... Herkes, kendi yolundan gitse, herkes mesut olacak evlât... Böyle bir dünyayı gözünün önüne getir... Hep ayrı ayrı yollarda yürüyen, birbirlerine hiç dokunmayan, birbirlerini incitmeyen, hatta görmeyen yolculardan mürekkep bir uzun kafile... Hep kabahat bizde... Ezelde çizilmiş yollardan inhiraf ediyoruz... Hep felâketler bundan doğuyor. Delil mi istersin? Gökyüzüne bak... Yıldızlara bak... Bu güzel nizamı hangi başka bir sebebe atfedersin? Bunlar da insanlar gibi kudretin çizdiği yollardan çıkmağa kalkışsalar kâinattaki kıyameti bir tasavvur et... Gökyüzleri yıkılıyor... Kehkeşanlar başımızdan akıp gidiyor... Mevsimler bozuluyor...

Münzevî ve mahzun ruhlu bir bağ çocuğuydum

Beni fotoğraf modeli olarak tasavvur etmek hayalen olsun az çok gülünç bir mevkie koymak olmaz mı?

Müzmin mahzunluklarımı, ağır tahayyüllerimi karımdan gizlemekte müşkülât çekiyordum. Bir çardağın zayıf gölgeleri altına arka üstü uzanmak, saatlerce olduğum yerde uyuşup kalmak bugünlerde benim için büyük, dayanılmaz bir ihtiyaç...

Benim bir zamandan beri sinirlerim hasta Cavidan, dedim, şüphesiz geçici bir şey... Bir zaman sonra kalmayacak... Yine evvelki gibi şen, canlı bir adam olacağım. Sana karşı kusurlarım oluyor...

Lâmia'yı birkaç gün sonra görmek ümidi olmasaydı bu inkisar-ı hayale tahammül edemezdim.

Bu çılgın sevinci nereye sığdıracaktım?

Henüz mevki tutmamış,

Yarın sabah Cavidan'a tarziye vereceğim. Hastalığımdan bahsedeceğim. Hemen İstanbul'a dönmek için yalvaracağım.

Bilirsiniz ki, birbirlerini çok seven insanlara evlerinin yalnızlığından güzel şey olamaz...

yağmur ve çamur içinde bu uzun yolu yayan gitmekte bir garip zevk buluyordum... Bataklıklara dalıp çıkan bir ördek zevki... Evimin bulunduğu sokağa

Zevahiri muhafaza etmeğe, kendimi dürüst, muntazam bir adam göstermeğe de artık

Eyvah... dedim, bugün karımın kabul günü... Şimdi misafirler bastıracak... Bir alay zevzeğe kafa sallamak, çene çalmak lâzım gelecek...»

Beni bu kadar olsun anladığınıza teşekkür ederim... Fakat müsaadenizle ben de size bir şey söyleyeyim... Bazı şeyler öyle fena kırılır ki, hiç bir suretle tamiri kabil olmaz.

— Ne kibar bir hareket, Kenan Bey, dedi, bu asîl tecessüsünüz size acaba hangi büyük hakikati keşfettirdi?..

Her şeye rağmen beni bir parça sevmen... Bu takdirde müeb-beden bedbaht olabilirdin... Halbuki şimdi artık eminim... Bir başkasryle mesut olabilirsin. Yeniden bir yuva yapabilirsin... Gençsin, güzelsin, birçok meziyetlerin var... Niçin benim gibi alil, sönük, fena, zavallı bir adamla hayatını çürüteceksin,..

Her halde serin bir yer intihap etmeni tavsiye ederim, dedi, bu sene, yaz, cehennemden bir numune...

Ben... köşede biraz karanlığa gelen bir kanapede dizlerimin üstünde, Mebrure ile, Lâmia, kapının yanında bir sandalyenin ucuna ilişmiş oturuyorduk. Yavaş yavaş aydınlığa alışan gözler gibi korka korka ona bakmağa başlıyordum. Kınalı Yapıncak, hafif çilli yüzünün gülüm-semesiyle, titreye titreye bakan süzgün, yeşil gözleriyle, geniş alnına düşen ince saç kıvrımlarıyle karşımda duruyordu. Halbuki onu gördüğüme hâlâ içim inanmıyor, kendimi bir rüya içinde sanıyordum

Bu neşe, bir sarhoşluk gibi dakikadan dakikaya artıyordu; aylardan beri kaybolmuş yaşamak zevkimi yeniden bütün kuvvetiyle buluyordum.

Binaenaleyh

Siyah Yıldızlar»!, başkalarının içinde sevdiğini tanımamak için gözlerine mil çeken bedbaht şehzadeyi hatırlattı...

[favorite]
  1. Merhabalar,

    Reşat Nuri Güntekin’in kalemiyle ilk olarak ‘’Çalıkuşu’’ romanında tanışmıştım. Lise yıllarımda okuduğum bu roman hem konusuyla hem cümleleriyle kalbime ve hafızama kazınmıştı. ‘’Çalıkuşu’’ romanından derlediğim en güzel alıntıları okumanız için sizinle de paylaşmayı çok isterim. http://www.ebrubektasoglu.com/yazi/resat-nuri-guntekin-calikusu-romanindan-hafizama-kazinan-10-alinti/ Kitapta en sevdiğim cümle şu olmuştu:

    ‘’Daha o gün anlamıştım Feride; ben ömrümce seninle sınanacaktım. Çünkü insan daima en sevdiğiyle sınanır.’’

    Güzel okumalar dilerim,
    edebiyatla ve sağlıkla kalın.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Paylaştığınız alıntıların olduğu içeriğinizi okudum... kalbe ve hafızaya kazınan duyguların harmanı olan Reşat Nuri Güntekin kitapları, edebiyat dünyamızın en büyük mirasıdır... Yorumunuza tüm içtenliğimle katılıyorum...

      Kıymetli yorumunuz ve ilgniz için teşekkür ederim... Esen Kalın...

      Sil

♡ Yorumlarınıza en kısa sürede geri dönüş yapılır.
♡ Üyeliğiniz yoksa dahi anonim profili seçerek yorum yapabilirsiniz.

Whatsapp Button works on Mobile Device only

Yazmaya başlayın ve aramak için Enter tuşuna basın.